2002 yazında babamın yoğun isteği üzerine ehliyet kursuna yazılıyorum. Her şey çok güzel, kursa gidip geliyorum, üstelik bütün derslere aksatmadan katılıyorum, direksiyon derslerinde gayet güzel araba kullanıyorum.

Ekim 2002, ehliyet sınavından bir gün önce akşam evde otururken babam yanıma geliyor: ‘Hadi kalk çıkalım da son kez çalış. Yarın sınavda yapacaklarını son kez tekrar et.’ Giyinip evimize yakın bir arka yola gidiyoruz. Babam şoför koltuğundan kalkıp yerini bana bırakıyor, bu ana kadar her şey normal. Aslında normal değil, çünkü sonradan öğrendiğime göre ehliyetsiz olduğum için araba kullanmanın cezası -yanımda öğreten biri olsa bile- çok yüksek.

Her neyse ben şoför koltuğuna oturup babamın talimatını bekliyorum. ‘Arabayı çalıştır.’ Bu arada yokuştayız, öğrendiğim her şeyi damlasına kadar uygulayabilmek için. Öğrendiğim gibi yapmaya başlıyorum, kavrama noktası mıdır nedir, debriyajla gaz pedalı arasındaki o ince ayar beni öldürecek. Hafiften hafiften gaza dokunuyorum, debriyajdan ayağımı çekiyorum. Araba duruyor. Birinci, ikinci, üçüncü deneme derken ben bir türlü arabayı yerinden kaldıramıyorum. İyice sinirlerim geriliyor. Ertesi gün sınav var! Babam çok sakin, ‘tamam’ diyor, ‘tekrar dene, acelemiz yok.’ Yine deniyorum, tekrar, tekrar, tekrar…

Ben zaten ağlayacak gibiyken daha da vahim bir şey oluyor. Gece devriye gezen bir polis minibüsünün başından beri bizi izlediğini öğreniyoruz. Yavaş yavaş yanaşıp tam bizim arabanın yanında duruyorlar.

‘İyi akşamlar beyefendi, ehliyet ruhsat lütfen.’ Babam evrakları çıkarıp arabadan iniyor. Polis memuru tekrar soruyor: ‘Tam olarak ne yapıyordunuz?’ Arabanım içinden babamın cevabını duyuyorum: ‘Kızımın yarın ehliyet sınavı var, pratik yapıyorduk’. Polis memuru doğal olarak görevini yapıyor: ‘Size ceza yazmak zorundayım, kızınıza ehliyetsiz araba kullandırdığınız için. Cezası … milyon.’ (Rakamı hatırlamıyorum ama çok fazla) Babam ‘tabi, haklısınız’ diyor.

Bu sırada, zaten araba kullanamadığı için iyice sinirleri gerilmiş olan ben, zırıl zırıl ağlamaya başlıyorum. Ama öyle böyle değil, resmen çocuk gibi bağıra bağıra ağlıyorum :) Arkadan polis memurunun sesini duyuyorum: ‘Kızınız ağlıyor galiba!’ Öyle bir ağlamak ki polis minibüsünün  arka kapısı açılıyor, içindeki diğer polis memurları inip beni teselli etmeye geliyorlar :

Bu kısımları resmen ağır çekim hatırlıyorum zira ağlama krizindeyim :) Hepsi başımda toplanmış beni susturmak için uğraşıyor, bir tanesi nasıl üzülmüş ‘Ağlama lütfen benim de senin yaşında bir kızım var, çok üzülüyorum seni  böyle görünce’ diyor. Babam gelip bana sarılıyor, ‘korktun mu kızım, tamam bir şey yok, ağlama lütfen’ diyor. ‘öhöm ağlama lütfen rezil olduk’ diyemiyor tabi :)

Neyse ben sakinleşiyorum, ceza makbuzu babama veriliyor, ama bu sırada polislerle ahbap olunmuş, bir sorununuz olursa bizi arayın diyorlar, önümüz bayram, bayram tebriği için birbirlerini arayacaklarını söylüyorlar, vedalaşıp ayrılıyoruz. Ben hala hıçıkırıyorum, bir işi beceremedim, üstüne bir de babama ceza yedirdim diye.

Ertesi sabah saat 9 buçukta sınava giriyorum. Aynamı düzeltip emniyet kemerimi bağlıyorum. Sınavın ilk aşaması yokuşta kalkış, bir kerede kalkıyorum, biraz gidip önüme çıkan traktörü (evet traktörü) geçip ileriden U Dönüşü yapıp  sağda sinyal verip duruyorum, sınavı tamamlıyorum. Her şey mükemmel, bir önceki gece hiçbir şey olmamış gibi. Sınav sonuçları açıklanıyor, 100 alıyorum.

Küçüklüğümden beri köfteyi severim. Ama şimdi anlatacağım köfteyi hepsinden daha çok seviyorum. Çünkü o benim kaplumbağam :)

Bir ay kadar önce ofisten bir arkadaşımın elinde minicik bir kaplumbağa gördüm. Bizim Türkiye’deyken bir su kaplumbağamız vardı, adı Vosvos’tu. Ama arkadaşımdaki daha önce Türkiye’de gördüğüm kaplumbağalara hiç benzemiyordu, şirin ötesi bir şeydi.  Adı Turtaymış. Kara kaplumbağasıymış. Sonradan öğrendiğime göre Türkiye’de kara kaplumbağası beslemek yasak olduğu için bu türünü hiç görmemişiz. Birkaç gün Turta’yı sevdim, gidip gelip sürekli besledim ama beni kesmedi. Ben de alsam mı diye düşünmeye başladım. Tabi evde siyami (kedimiz) olduğu için biraz riskli bir durumdu.

En sonunda Suq El Talat’taki pet shop’ta kaplumbağaları görünce daha fazla dayanamadık ve içlerinden en küçüğünü aldık. Mini minnacık, avuç içinin yarısı kadar, potu potu çok sevimli birşeydi. Alışveriş merkezinde olmanın verdiği korkuyla kabuğundan hiç çıkmıyordu. Şekil olarak köfteye çok benzediği için aşkım ona Köfte adını verdi.

DSC03027.jpgP1060447.JPG

Köfte ilk günlerde korkudan kafasını dışarı hiç çıkarmadı. Sürekli uyku halindeydi. Hava da biraz soğuk olduğu için yarı kış uykusunda gibiydi. Bu biraz işe yaradı, çünkü Siyami Köfte’nin bir taş olduğuna karar verdi ve bir daha onunla ilgilenmedi. Ama internet araştırmalarım sonucu bebek kara kaplumbağlarının kış uykusuna yatmaması gerektiğini, uyursa beslenemeyip öleceğini öğrendiğim için sürekli uyandırıyordum.

P1060440.JPGP1060427.JPG

Sonra Köfte zamanla ortama ve bize alışmaya başladı. Ofisin maskotlarından biri oldu. Bütün gün herkesin masasında orada burada dolaşmaya başladı. Tabi bol bol sağda solda uyuyakalarak :)

P1060436.JPGP1060446.JPG

Artık o ailemizin bir üyesi. Her gün 8 bucukta bizimle birlikte iş başı yapıyor. Saat 10 civarı uyanıp brokolisini, brokoli bulamazsa hindiba çiçeğini ya da başka herhangi bir çiçeği yiyor, sonra masaların üzerinde dolaşmaya çıkıyor. Birkaç kişinin klavyesinin üstünden geçip bir zımba ya da delgeç yanında uyuyakalıyor.

P1060425.JPG_MG_3154.JPG

Öğle arasında öğlen yemeğini yiyor, güneş varsa bahçede güneşleniyor, hava sıcaksa kendini suya atıyor. Hava soğuksa sıcak su torbasının üzerinde Turta ile birlikte başaşağı uyuyor.

P1060489.JPG P1060430.JPG

Haftasonları da biz bahçede otururken etrafı keşfediyor. Bütün ağaç dipleri, tüm yapraklar, çiçekler onun oluyor. Köfteninn bizimle birlikte mutlu olduğunu düşünüyorum. En azından alışveriş merkezindeki bir pet shopta bakıldığından çok daha iyi bakılıyor. Benim için de muhteşem bir terapi oluyor. Kaplumbağamı seviyorum :)

2005 Yılı, sıkıcı bir kış günü. Ezgi’yle (kardeşim) evde oturmuş oflayıp pufluyoruz. Yarıyıl tatili, Cumartesi akşamı sanırım, ben 6.dönem projemi yeni teslim etmişim. Anneyle baba da evde yok, yapacak hiçbir şey yok, tek eğlencemiz yine internet.

Saat 9 sularında evin telefonu çalmaya başlıyor. Ben ayaklarımı sürüyerek gidip bunalmış bir ‘alo’ gönderiyorum karşı tarafa. Arayan inanılmaz tanıdık bir ses, ‘Tuse hanımla mı görüşüyorum?’ diye soruyor. Sesi bir yerden çıkaracağım ama bir türlü hatırlayamıyorum. Aklımdan birkaç saniyede bir sürü insan geçiyor ama hiçbiri değil. Karşıdaki ses  ‘Tuse hanım ben Ahmet Portakal, PowerTurkten, Anında İste programından arıyorum’ deyince kendime geliyorum. Bu defa da ‘Nasıl yani?, Neden ben? Telefonumu nerden buldular?’ gibi sorular geçmeye başlıyor aklımdan. Yine ben birşey diyemeden Ahmet Portakal devam ediyor: ‘Bizden Nil Karaibrahimgil’in hede hödösünü (şimdi şarkıyı hatırlamıyorum) istemişsiniz ama onu biraz önce çaldığımız için biz size başka parça seçtik’ ?!?!!! Tam ‘ben sizi aramadım, parça filan da istemedim’ filan diyecek oluyorum ki içeriden Ezgi’nin tiz kahkahaları duyuluyor! ‘Ezgi! bittin sen’ diye düşünürken Ahmet Portakal son darbeyi vuruyor: ‘Şimdi canlı yayın için kayda geçiyorum lütfen Berksan’dan Unutamam adlı parçayı ister misiniz?’ Yine düşünceler…: ‘Berkcan mı? (evet Berkcan anlamıştım) parçanın adı neydi vs.vs.’.

Derken birden kayda geçiyoruz, Ahmet Portakal konuşmaya başlıyor: ‘Evet Tuse’yle birlikteyiz Tuse 22 yaşında, İstanbul’dan katılıyor vs.vs. bizden hangi parçayı istiyorsun Tuse?’ Ben: ‘Eee, ııı, şey… Berksan’dan Unutmam!’ İçeriden tekrar kahkahalar duyuluyor, Ezgi gülmekten yerlerde. Bense intikam planları yapıyorum, kimse duymamış olsun diye dualar ediyorum, 2-3 dakika sonra da PowerTurk’te Berksan’dan ‘Unutamam’ çalmaya başlıyor.

Böylece canım kardeşim sıkıcı kış akşamımızı kurtarmış oluyor :)

Bizim için cennet gibi bir şeydi. O kadar özel bir yerdi ki, yalnızca doğumgünlerinde ya da okulun son günü karne hediyesi olarak gidilebilecek yerlerdendi. Famecity’den bahsediyorum. İstanbullu olanlar bilir, İstanbul’un ilk alışveriş merkezi Ataköy Galleria’nın en üst katındaydı Famecity. Girişte astronomik rakamlara jetonlar alınır, içeride binbir türlü jetonlu makinede Atari oyunları, basket, kurbagaların kafasına vurmaca, air hockey vs. bir sürü oyun oynanırdı.

İşte bu çok özel eğlence merkezinin içinde daha da özel bir köşe vardı: Oyun parkı ve top havuzu. Tüm oyuncakların iki katı jeton ödenirdi buraya (zaten girebilmek için anne-babaya baya ağlanıp sızlanmak gerekiyordu); girerken boylar ölçülür, ayakkabılar çıkartılırdı. Sonra koşaraktan koca bir havuz dolusu topun arasına atlardık veya o zamanki boylarımıza oranla dev gibi gözüken balonların tepelerine tırmanırdık. Tünellerden geçer halatlarla kendimizi aşağıya sarkıtırdık. Eğer dünyada bir harikalar diyarı varsa, kesinlikle orasıydı. Zaman o kadar çabuk geçerdi ki, görevlinin bizi dışarıya çıkarma çabalarının sonu gelmezdi.
Yine günlerden bir gün (Yanılmıyorsam karne günüydü), en yakın arkadaş da alınarak Fame City’nin yolu tutulur. Amaç harikalar diyarında oynayabilmektir. Biletler, jetonlar alınır ve top havuzu için sıraya girilir. Heyecandan yerinde duramayan iki arkadaş ayakkabı bağlarını çözmüşlerdir bile. İşte o sırada olan olur; görevli anneye yaklaşır ‘Üzgünüm boyları boy ağacını geçiyor, içeri alamayız.’ der. Bu, ‘Koca kazık oldunuz, hala burada ne işiniz var?’ demenin kibar yoludur. Böylece Tuse ‘büyüme’nin getirdiği ilk hayal kırıklığını yaşar :)


Not: Fotoğrafların hiçbiri bana ait değildir, nedense hiç çektirmemişim. Facebook’ta fotoğraflarını paylaşan arkadaşlara teşekkürler.