Bizim için cennet gibi bir şeydi. O kadar özel bir yerdi ki, yalnızca doğumgünlerinde ya da okulun son günü karne hediyesi olarak gidilebilecek yerlerdendi. Famecity’den bahsediyorum. İstanbullu olanlar bilir, İstanbul’un ilk alışveriş merkezi Ataköy Galleria’nın en üst katındaydı Famecity. Girişte astronomik rakamlara jetonlar alınır, içeride binbir türlü jetonlu makinede Atari oyunları, basket, kurbagaların kafasına vurmaca, air hockey vs. bir sürü oyun oynanırdı.

İşte bu çok özel eğlence merkezinin içinde daha da özel bir köşe vardı: Oyun parkı ve top havuzu. Tüm oyuncakların iki katı jeton ödenirdi buraya (zaten girebilmek için anne-babaya baya ağlanıp sızlanmak gerekiyordu); girerken boylar ölçülür, ayakkabılar çıkartılırdı. Sonra koşaraktan koca bir havuz dolusu topun arasına atlardık veya o zamanki boylarımıza oranla dev gibi gözüken balonların tepelerine tırmanırdık. Tünellerden geçer halatlarla kendimizi aşağıya sarkıtırdık. Eğer dünyada bir harikalar diyarı varsa, kesinlikle orasıydı. Zaman o kadar çabuk geçerdi ki, görevlinin bizi dışarıya çıkarma çabalarının sonu gelmezdi.
Yine günlerden bir gün (Yanılmıyorsam karne günüydü), en yakın arkadaş da alınarak Fame City’nin yolu tutulur. Amaç harikalar diyarında oynayabilmektir. Biletler, jetonlar alınır ve top havuzu için sıraya girilir. Heyecandan yerinde duramayan iki arkadaş ayakkabı bağlarını çözmüşlerdir bile. İşte o sırada olan olur; görevli anneye yaklaşır ‘Üzgünüm boyları boy ağacını geçiyor, içeri alamayız.’ der. Bu, ‘Koca kazık oldunuz, hala burada ne işiniz var?’ demenin kibar yoludur. Böylece Tuse ‘büyüme’nin getirdiği ilk hayal kırıklığını yaşar :)


Not: Fotoğrafların hiçbiri bana ait değildir, nedense hiç çektirmemişim. Facebook’ta fotoğraflarını paylaşan arkadaşlara teşekkürler.

Ben cok kucukken yazlari Kusadasi’na giderdik. Annemle ben cok uzun sure kalirdik (3 aylik supersonik yaz tatilleri) ama babam islerinden dolayi o kadar uzun kalamazdi. En fazla bir hafta. O yillardan birinde – yanilmiyorsam 5 yasindaydim – babam yine bir haftaligina islerden kacip geldiginde gozlugunu kirmistim. Gunduz sekerlemesi yaparken cikarip kenara koymus, benim de muhtemelen hava cok sicak oldugu icin disari cikmama izin verilmiyor, tum enerjimi evde harcamaya odaklanmisim, hoplayip zipliyorum evin icinde, gozlugu koydugu sehpaya carpmistim. Tuzla buz olmustu camlar filan. O kadar net hatirliyorum ki o sahneyi… Yavas cekim halinde. Siyah tablali, ince demir ayakli sehpadan, metal cerceveli gozluk, havalanip ucarak yere duserken… Cok kizmisti bana ama fazla bir sey de dememisti. Bir hafta boyunca – yilin tek tatilinde – gozluksuz gezmek zorunda kalmisti. Yazlik yer, etrafta gozlukcu de yok. O kadar vicdan azabi cekmisim ki bir ara kendi gozlugumu de kirmayi dusundugumu hatirliyorum. Sonra daha cok kizar diye vazgecmistim. Ne sacmaymis :)
Eee? Oyle iste…